Sanat
Ressam www.ldemir.8m.net
 
www.ldemir.8m.net    
 
               
             

HİKAYELER

               
               
               
               
 
 

YALNIZ ADAM ve KIRLANGIÇ

Karlı bir kış günüymüş...
Yağan kardan üşümüş küçük kırlangıç,
yalnız bir adamın penceresinin dışına gelip
gagasıyla camı tıkırdatmış, adeta adamın onun
içeri girmesine müsade etmesini istemiş.

Yalnız adam bu isteği görmüş, "olmaz alamam,
git başımdan" der gibi kuşu kovalamış, sonra da
kendi kendine söylenmiş;"Hıh, camı tıkırdatmakla
kendisini içeri alacağımı mı sanıyor acaba..?"

Gecenin ilerleyen saatlerinde canı sıkılmış,
rüzgar ve soğuk arttıkça yalnız adamı
daha başka düşünceler sarmış,
kırlangıcın arkadaşlığını
geri tepmekten biraz pişmanlık duymuş...

"Keşke kuşu içeri alsaydım.
Ona biraz yiyecek verirdim. Minik kuş
oradan oraya uçar, neşeli sesler çıkartır,
cıvıldar, yalnızlığımı paylaşırdı. " demiş.

Ertesi sabah ilk iş pencereyi açıp,
etrafına bakınmış adam, belki kırlangıç
oralarda bir yerlerde olabilir diye düşünmüş.
Ama görememiş zavallı kırlangıcı...

Uzun kış geçmiş, yine yaz gelmiş...
Etrafta kırlangıçlar, cıvıldıyarak uçmaya başlayınca;
yalnız adam, heyecanla camını sonuna kadar
açıp kuşu beklemiş... Ama hiç gelen olmamış.

Onun hevesle havada uçan kuşlara
baktığını gören komşusu hikayeyi öğrenince
hafif buruk bir sesle: "Sevgili komşum, anlaşılan
sen kırlangıçların sadece 6 aylık bir ömürleri olduğunu
bilmiyordun?" demiş. Bunu işiten yalnız adam çok üzülmüş
ama üzülmek için de artık geç kaldığını anlamış...

***

Dikkatli olun...
Farkında olun...
Kendinize bir sorun...
Acaba, siz kaç kırlangıç kovaladınız?

Hiç geri çevirmediniz mi bugüne kadar
size sunulan bir dostluğu?

Hayatta bazı fırsatlar vardır ki,
sadece birkez karşımıza çıkar,
değerini bilemezsek kaçıp giderler.
Ve asla geri gelmezler.... :((

 

 

ANLAYABİLMEK


"Satılık Köpek Yavruları" ilanının hemen altında
küçük bir çocuğun başı gözüktü ve
çocuk dükkan sahibine sordu :
-"Köpek yavrularını kaça satıyorsunuz?"
Dükkan sahibi :
-"30 dolarla 50 dolar arasında değişiyor fiyatları" dedi
-"Benim 2 dolar 37 sentim var" dedi çocuk
-"Bir bakabilir miyim yavrulara"
Dükkan sahibi gülümsedikten sonra bir ıslık çaldı ve
köpek kulübesinden beş tane yumak halinde yavru çıktı.
Yavrulardan biri arkadan geliyordu. Küçük çocuk
yürümekte zorluk çeken
sakat yavruyu işaret edip sordu:
-"Bunun nesi var?"
Dükkan sahibi onun kalça çıkığı olduğunu ve
hep sakat kalacağını açıkladı.
Küçük çocuk heyecanlanmıştı.
-"Ben bu yavruyu satın almak istiyorum.”
Dükkan sahibi:
-"Hayır o yavruyu satın alman gerekmiyor.
Eğer gerçekten istiyorsan o yavruyu sana bedava veririm"
Küçük çocuk birden sinirlendi.
Dükkan sahibinin gözlerinin içine dik dik bakarak:
-"Onu bana vermenizi istemiyorum.
O da diğer yavrular kadar değerli ve
ben fiyatını tam olarak ödeyeceğim.
Aslında şimdi size 2 dolar 37 cent vereceğim ve
geri kalanını ayda 50 cent ödeyerek tamamlayacağım."
Dükkan sahibi çocuğu ikna etmeye çalıştı:
-"Bu köpeği gerçekten satın almak istediğini sanmıyorum.
Bu yavru hiçbir zaman diğer yavrular gibi koşup,
zıplayamayacak ve seninle oynayamayacak."
Bunun üzerine küçük çocuk eğildi,
pantolonunu sıvadı ve
büyük bir metal parçasıyla desteklediği
sakat bacağını dükkan sahibine gösterip,
tatlı bir sesle:
-“Ben de çok iyi koşamıyorum
ve bu yavrunun
kendisini çok iyi anlayacak
bir sahibe gereksinimi var" dedi.

Dan Clark

 

EVLİYA

Yaşlı adamın hastalığına çare bulunamayınca,
kendisine evliya denilen birinin adresini vermişler.
Söylenenlere göre en ağır hastalar o zatın duasıyla
iyileşebiliyormuş. İhtiyar adam verilen adresi
çaresizlik içinde cebine atıp doktorun yanından
ayrıldığında, sokağın köşesinde simit satan 6 - 7
yaşlarındaki bir çocuğa rastladı. Çocuk son
derece masum gözlerle kendisine bakıyor
ve onu tanıyormuş gibi gülümsüyordu.

Adam, o yaştaki çocukların tamamen günahsız
olduğunu düşünerek yoluna devam ederken,
aniden duruverdi. Simitçinin üzerindeki eski
tişörtün üzerinde bir "E" harfi yazılıydı. Ve bu
"E" mutlaka evilyanın "E" si olmalıydı...
Aradığı evliyaya bu kadar çabuk ulaşmanın
heyecanıyla yanına gidip bir simit aldıktan sonra;

- "Doktorlar benim hasta olduğumu söylediler,"
dedi. "İyileşmem için bana dua eder misin?"

Çocuk bu teklif karşısında şaşırmışa benziyordu.
Kafasını olur der gibi sallarken;

- "Bende sık sık hastalanıyorum," diye karşılık verdi.
"Ama dedem, Allaha inananların ölünce yıldızlara
uçtuklarını ve orada cenneti seyrettiklerini söylüyor.
Bu yüzden korkmuyorum hastalıklardan."

Adam içinin bir anda ferahladığını hissetti. Onun
soğuktan moraran yanaklarına bir öpücük kondururken ;

- "Deden çok doğru söylemiş," dedi.
"Ama ben yine de yardım istiyorum senden."

Çocuk, duasının kıymetini anlamış gibiydi. Karşı
kaldırımdan geçmekte olan baloncuyu gösterek ;

- "Size dua edeceğim" diye cevap verdi. "Ama eğer
iyileşirseniz, bana 10 tane balon alacaksınız , tamam mı?"

Bu sefer adam başını salladı. Fakat çocuk bu kadar
büyük bir hazineyi istemekle haksızlık yaptığına
hükmetmişti. Mahcubiyetten kızaran yanaklarını
elleriyle örtmeye çalışırken ;

- "Uçan balon almanıza gerek yok," diye devam etti.
"Normalinden 10 tane istemiştim. "

Adam elini uzatarak çocukla tokalaştı. Anlaşma
nihayet yapılmış, ayrıntılara geçilmişti. Buna göre
hastalıktan kurtulması halinde 6 ay sonraki ramazan
bayramında çocukla buluşacak ve her hangi bir sebeple
gelemediği takdirde, önceden hazırlanan balonların
ona ulaşmasını veya postalanmasını sağlayacaktı.

Adam küçük çocuğun adını ve adresini bir kâğıda
yazdıktan sonra, başını okşayarak onunla vedalaştı.

Aradan soğuk bir kış geçip ramazana ulaşıldığında ,
adamın hastalığından eser bile kalmamıştı. Hayata
tekrar dönmenin sevinciyle en güzel balonlardan
bir paket hazırladı ve bayramın ilk gününü iple
çekerek randevü yerine gitti. küçüklerin cıvıl cıvıl
kaynaştığı bayram yerindeki diğer simitçiler,
çocuğu tanımıyordu. Adam onu biraz ilerdeki
bakkala sorduğunda , dükkân sahibi ;

- "Ciğerleri hastaydı yavrucağın," dedi.
"Geçen hafta aniden ölüverdi."

Adam bir anda beyninden vurulmuşa döndü.
Ve koşar adımlarla orayı terkederken , önüne
çıkan ilk baloncuya bir tomar para uzatıp;

- "Şu uçan balonlardan 10 tane istiyorum," dedi.
"Çabuk ol, gecikmeden ulaşmalı yerine."

Adam, satıcının aceleyle uzattığı balonların iplerini
birbirine düğümledikten sonra, onları besmeleyle
gökyüzüne bıraktı. Bayram yerindeki herkes gibi
baloncu da şaşkındı. Sonunda dayanamayıp ;

- "Ne yaptığınızı anlayamadım." dedi.
"Neden bıraktınız onları öyle?"

Adam, nazlı nazlı yükselmekte olan balonları
buğulu gözlerle takip ederken ;

- "Onları bekleyen küçücük bir dostum var,"
diye mırıldandı. "Hemde evliya gibi bir dost.
Balonları adresine postaladım sadece.
"


Cüneyd SUAVİ

 

 

ÖĞRETMEN

Öğretmenin adı bayan Thompson'du ve 5.sınıf öğrencilerinin
önünde ayakta durduğu ilk gün onlara bir yalan söyledi. Çoğu
öğretmen gibi, onlara baktı ve hepsini aynı derecede
sevdiğini söyledi. Bu mümkün değildi, çünkü orada en önde,
sırasına adeta çökmüş gibi oturan küçük bir öğrenci vardı.

Adı Teddy Stoddard. Bir önceki yıl, bayan Thompson,
Teddy'i gözlemiş, onun diğer çocuklarla oynayamadığını;
giysilerinin kirli ve kendinin de hep banyo yapması gereken
bir halde olduğunu görmüştü ve Teddy mutsuz da olabilirdi.

Çalıştığı okulda bayan Thompson, her öğrencinin geçmişteki
kayıtlarını incelemekle de görevlendirilmişti ve Teddy'nin
bilgilerini en sona bırakmıştı. Onun dosyasını incelediğinde
şaşırdı. Çünkü; birinci sınıf öğretmeni:
"Teddy zeki bir çocuk ve her an gülmeye hazır.
Ödevlerini düzenli olarak yapıyor ve çok iyi huylu...
Ve arkadaşları onunla olmaktan mutlu..." diye yazmıştı.

İkinci sınıf öğretmeni:
"Mükemmel bir öğrenci, arkadaşları tarafından sevilen,
fakat evde annesinin amansız hastalığı onu üzüyor ve
sanırım evdeki yaşamı çok zor.." diyordu.

Üçüncü sınıf öğretmeni:
"Annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Babası ona
yeterince ilgi gösteremiyor ve eğer birşeyler yapılmazsa
evdeki olumsuz yaşam onu etkileyecek.“ diye yazmıştı.

Dördüncü sınıf öğretmenine gelince:
"Teddy içine kapanık ve okula hiç ilgi göstermiyor,
hiç arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor." demişti.

Şimdi bayan Thompson sorunu çözmüştü ve kendinden
utanıyordu. Öğrenciler ona güzel kağıtlara sarılmış süslü
kurdelerele paketlenmiş yeni yıl hediyeleri getirdiğinde
kendini daha da kötü hissetti. Çünkü Teddy'nin armağanı
kaba kahverengi bir kese kağıdına beceriksizce sarılmıştı.
Bunu diğer öğrencilerin önünde açmak ona çok acı verdi.

Bazıları, paketten çıkan sahte taşlardan yapılmış,
birkaç taşı düşmüş bileziği ve üçte biri dolu parfüm şişesini
görünce gülmeye başladılar, fakat öğretmen, bileziğin
ne kadar zarif olduğunu söyleyerek ve parfümden de birkaç
damlayı bileğine damlatarak onların bu gülmelerini bastırdı.

O gün okuldan sonra Teddy öğretmenin yanına gelerek;
"Bayan Thompson, bugün hep annem gibi koktunuz" dedi.

Çocuklar gittikten sonra öğretmen yaklaşık bir saat kadar
ağladı. O günden sonra da çocuklara okuma, yazma,
matematik öğretmekten vaz geçerek onları
eğitmeye başladı. Teddy'ye özel bir ilgi gösterdi.
Onunla çalışırken zekasının tekrar canlandığını hissetti.
Ona cesaret verdikçe çocuk gelişiyordu. Yılın sonuna dek,
Teddy sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biri olmuştu.

Öğretmenin, hepinizi aynı derecede seviyorum yalanına
karşın Teddy, onun en sevdiği öğrenci olmuştu.

Bir yıl sonra, kapısının altında bir not buldu. Teddy'dendi.
Tüm yaşantısındaki en iyi öğretmenin kendisi olduğunu
yazıyordu. Ondan yeni bir not alana kadar 6 yıl geçti.
Notunda liseyi bitirdiğini ve sınıfındaki üçüncü en iyi öğrenci
olduğunu ve bayan Thompson'un halâ hayatında gördüğü
en iyi öğretmen olduğunu yazıyordu. Dört yıl sonra, bir mektup
daha aldı Teddy'den. O arada zamanın onun için zor olduğunu
çünkü üniversitede okuduğunu ve çok iyi dereceyle mezun
olmak için çok çaba sarfetmesi gerektiğini yazıyordu. Ve
bayan Thompson halâ onun hayatında tanıdığı en iyi öğretmendi.
Daha sonra dört yıl daha geçti ve bir mektup daha geldi.
Çok iyi bir dereceyle üniversiteden mezun olduğunu ama daha
ileriye gitmek istediğini yazıyordu. Ve halâ bayan Thompson
onun tanıdığı ve en çok sevdiği öğretmendi.
Bu kez mektubun altındaki imza biraz daha uzundu.
Theodore F.Stoddard Tıp Doktoru.

Bu hikaye burda bitmedi. İlkbaharda bir mektup daha aldı
bayan Thompson. Teddy hayatının kızıyla tanıştığını
ve evleneceğini yazmıştı. Babasının birkaç yıl önce öldüğünü,
bayan Thompson'un düğünde damadın anne ve babası için ayrılan
yere oturup oturamayacağını soruyordu. Tabii ki oturabilirdi.

Tahmin edin ne oldu?
Bayan Thompson törene giderken özenle sakladığı
birkaç taşı düşmüş olan o bileziği taktı,
Teddy'nin ona verdiği ve annesi gibi koktuğunu
söylediği parfümden sürmeyi de ihmal etmedi.

Birbirlerini sevgiyle kucaklarlarken, Teddy, onun kulağına
"Bana inandığınız için çok teşekkürler bayan Thompson,
kendimi önemli hissetmemi sağladığınız için ve beni
böyle değiştirdiğiniz için de..." diye fısıldadı.

Bayan Thompson gözünde yaşlarla ona karşılık verdi:
"Yanılıyorsun Teddy... Ben değil, sen bana öğrettin.

Seninle karşılaşıncaya kadar
ben öğretmenliği bilmiyormuşum..!"


Yazarı bilinmiyor
İngilizce'den çeviren: Doğugül Kan

 

 

"EN OLMAYACAK YERDE,
EN OLMAYACAK ZAMANDA
EN OLMAYACAK OLAY,
HER ZAMAN VE HER YERDE OLABİLİR."


MUCİZE....


 

Sally, küçük kardeşi George hakkında
anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman
yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu
kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı.
George'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla
kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.
Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını
duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu
sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally.
Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden
çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek
saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam
üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk
paraları. Sonra hepsini cebine koyarak
aceleyle evden çıkıp, köşedeki
eczaneye gitti.

Eczacının dikkatini çekebilmek
için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı
çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl
kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın
arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye
hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce
"Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et,
gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki
şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce
yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta,
bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak:
"Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak
bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç
paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve
acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm
küçük kız, biz burada mucize
satmıyoruz, sana yardımcı
olamayacağım" dedi.

Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi.
Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını
ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını
söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının
yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür
bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.
"Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen
yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta
ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin
de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam
"Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de
paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran
var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar
ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki
tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük
kardeşini kurtarmak için gerekli olan
mucize için yeterli bu para"
dedi, iyi giyimli adam.

Adam bir eline parayı aldı, öteki
eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni
yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye
sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum"
dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George
için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.
Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı.
Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ
yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:
"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu
maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally
kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça
malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam
tamına bir dolar ve onbir sent!

Çeviri: Nuray Bartoschek

 

 

KISSA'DAN HİSSE


Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür.
Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil.
Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
-- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
-- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
-- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki,
padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve
gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a
çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır.
Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir
dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan
bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
-- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
-- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık
komşumuz... Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır.
Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar...
Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem
şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli
kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
- isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir
cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını
gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
-- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
-- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem...
Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır.
Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
-- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
-- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
-- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması,
paklanması var. Tekfini, telkini...
-- Merak etme ben beceririm.
Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
-- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den,
en azından Fatih Camii'nden...
-- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur.
Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin.
Hadi yüklenelim... Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola
koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur
ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş;
ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında.
Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur
dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama,
vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar,
musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli
vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik
cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
-- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi
dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah
garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim
sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur.
Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi
metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar...
Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki.
Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar
nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir
satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
-- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
-- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben
menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal.
Hucceti islam okurdum...
-- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep
uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında
durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
-- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya...
Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle
böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek.
inan cenazen kalacak ortada...
-- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını
kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla
bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
-- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

 

 

Gösterinin sonunda hipnotizmacı deneklerine "Uyanın!" dedi.

Beklenmedik bir şey oldu. Deneklerden biri tamamen uyandı. Bu daha önce hiç olmamıştı. Adı George Nada'ydı ve ilk önce olağanın dışında bir şeylerin cereyan etmekte olduğundan habersiz gözlerini kırpıştırarak tiyatro salonundaki yüzler denizinden doğruldu.

Sonra kalabalığın içine rastgele serpiştirilmiş insan olmayan suratları - Tılsımcıların suratlarını - farketti. Onlar başından beri oradaydılar, kuskusuz, ama sadece George tamamen uyanıktı, dolayısıyla sadece George onlan gerçek halleriyle görebiliyordu. Eğer tanıdığını belli edecek en ufak bir işaret verirse, Tılsımcıların derhal, eski hallerine dönmesini emredecekleri ve onun da buna uyacağı gerçeği dahil her şey bir kıvılcım gibi çaktı beyninde.

Dünyayı yönlendiren yeşil, yılan derilerini ya da çok sayıdaki sarı gözlerini gördüğüne ilişkin en ufak bir açık vermemeye özen göstererek kendini itiş kakış tiyatrodan dışarı, neon ışıklı geceye doğru attı. İçlerinden biri ona "Ateşin var mı, dostum?" diye sordu. George ona çakmağını uzattı ve yoluna devam etti.

George cadde boyunca aralıklarla asılmış posterlerde Tılsımcıların bol gözlü fotoğraflarını ve altlarında yazılı "Sekiz saat çalış, sekiz saat eğlen, sekiz saat uyu," ya da "Evlen ve üre," gibi emirlerini gördü. Bir mağaza vitrinindeki TV ekranı George'un dikkatini çekti, ama tam zamanında kaçırdı bakışlarını. Ekrandaki Tılsımcı'nın gözlerine bakmadığı zaman "istasyonumuzdan ayrılmayın!" buyruğuna direnmeyi becerebiliyordu.

George küçük bir yatak odasında tek başına yaşıyordu ve eve vardığında yaptığı ilk iş televizyonun fişini çekmek oldu. Ancak, diğer odalardaki komşularının televizyonundan gelen sesleri işitebiliyordu. Duydukları genelde insan sesleriydi, ama arada sırada yaratıkların kuşa benzer garip ve mağrur gıdaklamalarını da ayırt edebiliyordu. "Devletinize itaat edin!" diye gıdakladı biri. "Devlet biziz!" dedi bir başkası. "Biz sizin dostunuzuz; bir dost için her şeyi yaparsınız, değil mi?" "İtaat edin!"

"Çalışın!"

Aniden telefon çaldı.

George ahizeyi kaldırdı. Diğer uçta Tılsımcılardan biri vardı. "Alo," diye gıdakladı. Ben sizin denetmeniniz, Polis Şefi Robinson. Siz yaşlı bir adamsınız, George Nada. Yarın sabah saat sekizde kalbiniz duracak. Lütfen yineleyin." "Ben yaşlı bir adamım," dedi George. "Yarın sabah saat sekizde kalbim duracak." Denetmen telefonu kapattı.

"Hayır durmayacak," diye fısıldadı George. Onu niçin ölü istediklerini merak etti. Uyanmış olduğundan kuşkulanıyorlar mıydı? Belki de. Birileri onu saptamış, diğerleri gibi tepki vermediğini fark etmiş olmalıydı. Yarın sabah saat sekizi bir geçe George halâ yaşıyorsa, işte o zaman emin olacaklardı.

"Burada durup sonumun gelmesini beklememde mantık yok," diye düşündü.

Yine dışarı çıktı. Her ne kadar itaat etmesi, olguları efendilerinin istedikleri biçimde algılaması için kuvvetle kışkırtılıyorsa da posterlerin, televizyonun, gelip geçen yaratıklardan arada bir aldığı emirlerin onun üzerinde pek etkileri olmuyordu. Bir çıkmaz sokağın girişinden geçerken durdu. Yaratıklardan biri sokakta yalnız başına duvara yaslanmıştı. George ona doğru yürüdü. "Yoluna git," diye homurdandı yaratık ölümcül gözlerini George'a odaklayarak.

George bilinçle olan bağının gerildiğini hissetti. Kertenkele kafası bir an için sevimli bir ayyaşın yüzüne dönüşür gibi oldu. Elbette ki sevimli olacaktı yaşlı ayyaş. George bir tuğlayı kaparak yaşlı adamın kafasına bütün gücüyle indirdi. Görüntü bir an için bulanıklaştıktan sonra yüzden dışarı mavi-yeşil kan sızmaya başladı ve kertenkele seyirip kıvranarak yere yıkıldı. Bir kaç saniye sonra artık ölmüştü.

George cesedi gölgeye çekerek üzerini aradı. Ceplerin birinde küçük bir radyo, bir diğerinde de tuhaf şekilli bir çatalla bıçak vardı. Küçük radyo anlaşılmaz bir dilde söylenip duruyordu. George radyoyu cesedin yanına bıraktı, ama diğerlerini aldı. "Kaçabileceğimi sanmıyorum," diye düşündü George. "Onlarla niçin mücadele edeyim ki?" Ama yapabilirdi belki de.

Ya diğerlerini de uyandırabilirse? İşte bu denemeye değerdi.

Kız arkadaşı Lil'in on iki blok ötedeki apartmanına yürüdü ve kapıyı çaldı. Kız bornozuna sarılmış halde açtı kapıyı.

"Senin uyanmanı istiyorum," dedi. "Uyanığım," dedi kız. "İçeri gelsene." İçeri girdi. Televizyon açıktı. Kapattı.

"Hayır," dedi, "Gerçekten uyan demek istiyorum." Kız ona anlamsız bakışlarla baktı ve o da parmaklarını şaklatarak haykırdı: "Uyan! Efendilerin sana uyanmanı emrediyorlar!"

"Keçileri mi kaçırdın, George?" diye sordu kız kuşkuyla. "Gerçekten de çok garip davranıyorsun." Kızın suratını tokatladı. "Kes şunu!" diye bağırdı kız. "Derdin ne senin?"

"Hiç," dedi George omuzları çökerek. "Sadece dalga geçiyorum."

"Yüzümü tokatlamaya sen dalga geçmek mi diyorsun?" diye bağırdı kız. Kapının çalındığını duydular. George kapıyı açtı. Gelen yaratıklardan biriydi. "Şu gürültüyü biraz kesemez misiniz?" diye sordu. Sürüngenin derisi ve gözleri kısmen silinir gibi oldular ve George fanila giymiş orta yaşlı şişman bir erkeğin kırpışan yüzünü gördü. George sofra bıçağı ile boğazını doğradığında o halâ bir insandı, ama daha yere düşmeden yaratığa dönüşmüştü bile. Cesedi apartmanın içine sürükledi ve tekmeyle kapıyı kapattı. Yerdeki sarı gözlü yılan yaratığı göstererek "Burada ne görüyorsun?" diye sordu Lil'e. "Bay, Bay Coney'i," diye fısıldadı kız gözleri dehşetten açılarak. "Sen onu öldürdün, sanki hiç önemli değilmiş gibi."

George kıza doğru ilerleyerek "Bağırma sakın!" diye uyardı.

"Bağırmam, George. Yemin ederim ki bağırmam, sadece lütfen, tanrı aşkına, o bıçağı yere bırak." Kürek kemikleri duvara yaslanıncaya dek geriledi. George yararı olmadığını anlamıştı. "Seni bağlayacağım," dedi. "Önce bana Bay Coney'in yaşadığı odayı göster." "Merdivenlere doğru soldaki ilk kapı," dedi kız. "George... Georgie. Bana işkence yapma. Beni öldüreceksen eğer, çabuk olsun. Lütfen, George, lütfen." Yatak örtüleriyle bağladı ve ağzını tıkadı; sonra Tılsımcı'nın giysilerini araştırdı. Yabancı dilde konuşan radyodan bir adet daha ve yemek takımlarını buldu, başka bir şey değil. George bitişik kapıya gitti. Kapıyı çaldığında yaratıklardan birinin sesini duydu: "Kim o?"

"Bay Coney'in bir dostuyum. Onu görmem gerek," dedi George.

"Bir kaç dakikalığına dışarı çıktı, ama hemen döner." Kapı hafifçe aralandı, dört adet sarı göz dışarı baktı. "Girip beklemek ister misiniz?" "Tabii," dedi George gözlere bakmaktan kaçınarak. Yaratık sırtı dönük durumda kapıyı kapatırken "Burada yalnız mısınız?" diye sordu. "Evet, niçin?"

Arkadan uzanarak boğazını kesti, sonra apartman dairesini araştırdı.

İnsan kemik ve kafataslarıyla yarısı yenmiş bir el buldu.

İçlerinde iri ve şişman salyangozların yüzdüğü depolar vardı.

"Çocukları," diye düşündü ve hepsini öldürdü. Silahlar da vardı, daha önce hiç görmediği cinsten. Birini yanlışlıkla ateşledi, ama şansına silah sessizdi. Küçük zehirli iğneler atıyor gibiydi. Tabancayla birlikte bulabildiği kadar iğne kutusunu ceplerine doldurdu ve Lil'in yanına döndü. Kız onu gördüğünde umutsuz bir dehşet içinde kıvrandı. "Sakinleş, tatlım," dedi kızın çantasını açarken. Sadece arabanın anahtarlarını ödünç almak istiyorum." Anahtarları aldı ve merdivenlerden aşağı caddeye indi.

Kızın arabası her zaman park ettiği yerde duruyordu. Sağ çamurluğundaki ezikten tanıdı. Bindi, çalıştırdı ve rastgele sürmeye başladı. Düşünce içinde saatlerce arabayı kullandı - umarsızca bir çıkış yolu aradı. Biraz müzik bulabilme umuduyla arabanın radyosunu açtı, ama haberlerden başka bir şey yoktu, ve hepsi de onun, George Nada'nın, yani sapık katil hakkındaydı. Spiker efendilerden birisiydi, ama çok korkmuşa benziyordu. Peki niçin? Bir tek adam ne yapabilirdi ki?

George yolun kesilmiş olduğunu gördüğünde şaşırmadı ve bir yan sokağa saptı. "Oğlum George, bu bir kır gezintisi olmayacak," diye söylendi kendi kendine.

Lil'in apartmanında neler yaptığını keşfetmişlerdi, demek ki arabayı arıyor olmalıydılar. Arabayı çıkmaz bir sokağa park edip metroya bindi. Bir nedenden dolayı metroda hiç yaratık yoktu. Belki metroyu kullanmayacak kadar havalıydılar, ya da belki sadece gecenin ileri bir saati olmasındandı. En sonunda bir tane bindiğinde, George indi. Cadde boyunca yürüdü ve bir bara girdi. Televizyonda Tılsımcılardan biri vardı ve tekrar tekrar "Biz sizin dostunuzuz. Biz sizin dostunuzuz. Biz sizin dostunuzuz." Diyordu. Aptal kertenkele korkmuş görünüyordu. Niçin? Tek bir adam tümüne birden ne yapabilirdi?

George bir bira ısmarladı ve televizyonda Tılsımcı'nın artık onun üzerinde hiç bir gücü olmadığı aniden kafasına dank etti. Yine görüntüye baktı. "Bana hükmedebilmesi için buna inanması gerek," diye düşündü. "Kendine olan güveninde en ufak bir sarsıntı ve hipnotizma gücü uçup gidiyor." Televizyon ekranına George'nin bir fotoğrafını getirdiler ve George telefon kulübesine geriledi. Denetmenin! aradı, Polis Şefini.

"Alo, Robinson?" diye sordu. "Konuşuyor."

"Ben George Nada. İnsanları nasıl uyandırabileceğimi buldum." "Ne? George kapatma. Neredesin?" Robinson neredeyse sinir krizi geçirecekti. Kapattı, hesabı ödedi ve bardan ayrıldı. Konuşmasını izleyeceklerdi herhalde. Bir metroya atladı ve kent merkezine gitti. Kentteki en büyük televizyon stüdyolarını bulunduran binaya girerken şafak söküyordu. Girişteki isim levhalarına baktı ve asansöre bindi. Stüdyonun girişinde duran polis memuru onu tanıdı. "Ama, sen Nada'sın!" diye haykırdı.

George onu zehirli iğne atan tabancasıyla vurmaktan hiç hoşlanmamıştı, ama buna zorunluydu. Stüdyoya girinceye dek nöbetçi teknisyenler dahil birkaç kişiyi daha vurmak zorunda kaldı. Dışarıdan bir yığın polis sireni, heyecanlı bağrışmalar ve merdivenlerden de koşuşan ayak sesleri geliyordu. Televizyon kamerasının önünde duran yaratık " Biz sizin dostunuzuz. Biz sizin dostunuzuz." deyip duruyordu ve George'ın girdiğini fark edemedi. George onu iğne atan tabancasıyla vurduğunda cümlesini yarım bıraktı ve orada öylece kalakaldı. George yaratığın yanına giderek sesini taklit etti: "Uyanın! Uyanın! Bizi olduğumuz gibi görün ve öldürün!"

Sabah kentin duyduğu George'un sesi oldu. Ama görüntüde bir Tılsımcı vardı ve kent ilk kez gerçekten uyandı ve savaş başladı. George sonunda kavuştukları zaferi göremedi. Saat tam sekizde kalp krizinden ölmüştü.

Çeviri: Dr.Sönmez Güven